29 Ocak 2015 Perşembe

tez kafası - volume 1

Her fani patologun eninde sonunda deneyimlediği bir yerdir tez dünyası.

Bir şekilde o dünyaya bir gidip gelirsiniz. Hani sorarlar ya öbür tarafa gidip geldin mi diye. Evet anlatılanlara, paylaşılan deneyimlere bakılacak olursa öbür tarafa bir kere gidip gelmiş kadar oluyormuş insan.

Diyenlerin yalancısıyım !

Bu yalanın kuyruğunda dolaşan ve tez dünyasına yeni adım atan biri olarak bundan sonra blog üzerinden bu süreçte öğrendiğim teknik bilgileri, ince detayları, haleti ruhiyemi, iç dökmelerimi tez kafası başlığında paylaşmaya karar verdim. Umarım bu yazı dizisi bu dünyaya adım atmaya hazırlanan arkadaşlara yardımcı, bu evreyi atlatmış o dünyaya gidip gelmiş arkadaşlarda ise özdeşlik hissi yaratır.

Yaşanan olayları ve ruh dünyasındaki daralmalarını paylaşma noktasına geldiğimde durumu biraz grup psikoterapisine benzetiyorum. Herkesin içini döktüğü, en acılı hikayelerini anlattığı paylaştığı yerlere. İnsanlar anlatacaklarımdan dolayı beni yargılayacak mı korkusu diğer yandan ise sıkışmışlığın verdiği buruk tat. Ve orada anlatıldığında kulaklarınıza bile inanamadığınız hikayeler. İşte bu dünyaya adım atıyorum. Merhaba terapi arkadaşlarım. Ben yeni yeni tez yazmaya başlıyorum ve hikayemi anlatmaya başlıyorum o zaman sizlere.

İlk yazıda tez yazmaya başlarken yaşadığım sıkıntılardan ardından ise güzel ve herkesin işine yarayacağını düşündüğüm Endnote programından bahsedeceğim.

Başlayalım o zaman 

Tezime dair İHK boyaların gelmesine bir süre daha olması ve bitirmeme çok az kalması dolayısıyla tezin giriş kısmını yazmaya karar verdim. Karar verdim diyorum lakin ilk olarak Word'ü açıp bir süre boş boş ekrana bakarak ne yapacağımı bilemedim. Yani teze nasıl başlanır? Tez nasıl yazılır? Kolay yolu var mıdır? İncelikleri nelerdir?

Kafamda deli sorular ...

Tez ile ilgili bilgisayarın başına oturduğum ilk gün tam anlamıyla sağa sola bakınmak, olayları algılamaya çalışmakla geçti. Bu öyle bir his ki kendimi boş, anlamsız, kafası çalışmaz biri olarak hissettim. Kelimenin tam anlamıyla kendine yabancılaşma halleri içerisinde bir o yana bir bu yana gidip geldim.

İlk günün sonunda yatmadan önce en azından arkadaşlarımdan tez örneklerini bulmalıyım ve de tez örnekleri ile kendime kabaca bir rota çizmeliyim diye düşündüm. Ertesi gün halihazırda tez süreci ile boğuşan bir arkadaşımdan  "bana referans nasıl ekleniyor, ya da tezle ilgili temel kuralları anlatsana diyerek alaylı eğitimi ile akşam tekrardan tez yazmaya giriştim. Lakin anlatılan şeyler bana kolay gibi görünmekle birlikte çok pratik gelmemişti. Ayrıca hala kafamda tezin iskeletini nasıl kuracağıma dair net bir fikir de yoktu.

Neyse oydu buydu derken bir iki akşamı daha süreci algılamaya çalışarak yedim. Bir yandan kendime "kardeşim neyi anlamaya çalışıyorsun bu kadar zor mu" diyorum ama bir yandan da kafama o kadar çok soru takılıyor ki bir sorunun cevabını ararken peşi sıra milyonlarca soru aklıma geliyordu. Neyse tam da bu sırada yine tez nedeniyle enkaz hissiyatı içindeki bir arkadaşım ile dertleşirken bir vesileyle Endnote ile tanıştım.

Programı çevremdeki arkadaşlarımdan kimse kullanmadığından kafamda türlü çeşitli sorular ve kuşkular vardı. Lakin bir şekilde programı buldum ve full sürümünü indirdim. Programı bilgisayarıma da yükledim lakin  bu sefer programın nasıl kullanacağını bilmediğimi farkettim :)

Youtubedan türlü çeşitli videolar bulup programın ne olduğunu ve nasıl kullanmam gerektiğini izleyerek öğrenmeye çalıştım.

Birkaç gün uğraşıp didindikten sonra pes etmeme ramak kala programın nasıl kullanıldığını net olarak kavradım.

Programın detaylarına gelecek olursak ...

Program tez yazmakta kullanılan, databaselerden makale aramayı, makaleleri indirmeyi, makalelerdeki referansları çeşitli dergi formatlarına göre referans vermeyi sağlayan oldukça pratik akademisyen dostu bir yazılım. Bu program sayesinde Word'de uygulanan alan güncellemesi ya da diğer türlü zaman kaybettirici uygulamaları kullanmaya gerek kalmamakta ve tek bir program ile türlü çeşitli fonksiyon kullanılabilmekte.

21. yüzyılın ortalarına doğru ilerlemekte olduğumuz şu günlerde ben de dahil olmak üzere hala Word'ü bile daktilo gibi kullanmakta oldukça mahir geniş bir insan grubu var. Siz de bu durumdan rahatsızsanız ve tez ya da makale yazmakta iseniz siz siz olun biraz zaman ayırıp şu programı öğrenin derim.

Emin olun pişman olmayacaksınız.

Programı kullanmak konusunda daha yolun başında olduğumu söyleyebilirim fakat gerçekten internetten türlü çeşitli çok sayıda video izledim ve sanırım kısa süreye karşın programla ilgili birkaç öneride bulunabilirim.

Programın full sürümünü internetten nasıl edinebilirim?

Özellikle google'da search yaptığınızda çok sayıda sayfadan programı indirebileceğinizi göreceksiniz ancak benim tavsiyem ve de sıklıkla kullandığım yöntem bir torrent sitesinden search yaparak gerekli torrent dosyasını bulup, programı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz. Aramakla uğraşmayın diye ben sizin yerinize bir torrent sitesinden gerekli dosyanın bulunduğu linki de hemen aşağıya ekliyorum.

 https://kickass.so/endnote-x7-bld-7390-rar-t8184828.html

Yazının sonunda ise yeni başlayacak olanlar ve Endnote programını öğrenmek isteyenler için en pratik olduğunu düşündüğüm videolar bulunmakta. Bu videolardan ilk ikisi Türkçe kaynak olup, oldukça detaylı bir şekilde programın tüm inceliklerini tek tek anlatmakta. Üçüncü ve son video ise İngilizce bir kaynak olup çok kısa sürede programı kullanmayı öğrenmenizi sağlayan oldukça pratik bir sunum.

Bahsettiğim hikayeler ve deneme yamulma süreçleri sonunda kendi adıma yeterince zaman kaybettim. Umarım bu paylaşımdan fayda görür ve vakit kaybetmeden işlerinizi halledersiniz.

Şimdiden kolay gelsin.

Tez kafasında tekrar görüşmek üzere ...






26 Ocak 2015 Pazartesi

patologun ruh halleri - Mehmet Uhri

Duygu durum ( mood ) içinde bulunduğumuz iç ve dış koşullara uyum gösterme çabasının sonucu olup yaşam dediğimiz olgunun bizdeki yansıması, görüntüsüdür. İklimler nasıl insanların yaşam biçimleri üzerinde etki ederse ruh iklimi olarak benzetebileceğimiz duygu durum da bizleri o iklime uyma yönünde değiştirip geliştirir. Bulunulan çevre, ortam ve algıda seçiciliğe göre kişiden kişiye değişiklikler gösterir.

Ruh hali ise ( affect ) içinde bulunulan ruh ikliminde ( duygu durum ) yaşanılan ruhsal dalgalanmalardır. Her mesleğin kendine göre ruh iklimi vardır ve zamanla insanları etkiler, değiştirir. Sözgelimi hukukçuların özellikle savcı ve hakimlerin empatiden yoksun “mahkeme duvarı” gibi ruh hali içinde görünmeleri mesleğin gerektirdiği ruh ikliminden kaynaklanır. Hekimliğin pek çok alanı de çalışanlar üzerinde bir ruh iklimi oluşturur ve bu iklime uyum göstermeye çabalayanlar arasında farklı ruh halleri görülse de genellikle mevsim normalleri içinde kaldığı için anormal olarak algılanmaz. Ancak mesleğe dışından bakanlar için durum hiç de normal görülmeyebilir. Psikiyatri uzmanlarının genel ruh hallerinin halk arasında pek de normal kabul edilmeyişi bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Patoloji uzmanlık alanı da hekimliğin pek çok alanı gibi kendine özgü bir ruh iklimi yaratır ve patologlar da bu iklimin gerektirdiği ruh hallerine bürünürler. Ekşi sözlükte patoloji başlığı altında “Madde 20: Klasik müzik gibi bir şeydir patoloji. Yaş kemale erdikçe sevilir, anlaşılır” biçimindeki açıklama mesleğin zamanla insanı değiştirdiğine de vurgu yapmaktadır. Her alanda olduğu gibi mesleğin gerektirdiği ruh halinin farkında olup yüzleşilebildiği ölçüde sorun yoktur.

Dışarıdan bakış her ne kadar nerede durulduğuna ve önyargılara göre değişkenlik gösterse de atasözü gibi ortak kabul gören ve aktarılan söz, nükte, şaka gibi unsurlar ortak akla dair ipuçları barındırır. TUS’a hazırlanan tıp öğrencilerinin kariyer belirlemek için kullandığı biraz da esprili algoritmanın barındırdığı ortak akıldan yararlanacak olursak patoloji uzmanlık alanının çalışkan ve ağırbaşlı tıp öğrencilerinin daha çok seçtiği veya seçmesi önerilen bir branş olduğu görülmekte. Gerçekten de anestezi uzmanlığı gibi underground yaşamaya mahkum gibi görünse, preklinik bir branş olduğu sanısı yaygın bir kanaat olsa ve genellikle istenilen zamanda tahlil sonucunun hiç alınamadığı gibi genel bir önyargıyla muhatap olsa da patologlar Prof. Dr. Nadir Paksoy’un anlamlı benzetmesiyle takım oyunu olarak görülebilecek bir organizasyonda tıbbın kalecileridir.

Mesleğin getirdiği ruh iklimi ( duygu durum ): Kaleci psikolojisi

 Bilirsiniz; takım oyununun yalnız kahramanlarıdır, kaleciler. Gözler hep diğer oyuncuların üzerindedir. Gerideki yalnız adam olmak da yetmez, duruşunuzla güven vermeniz de gerekir. Başarınız takım arkadaşlarının performansıyla ilişkilidir. Yeterli klinik bilgi ve destek alamadığımız durumlarda hata yapma-gol yeme olasılığınız yüksektir. Defans hata yapsa da çoğunlukla kaleci suçlanır. Yenilen gol kaleciye atfedilir. Her kaleci gibi ne kadar iyi kurtarışlar yapsa da yediği gollerle hatırlanmaktan kurtulamaz. Patolojinin de sağlık hizmeti üreten takım oyununun içinde en geride yalnız adam olarak yer almak, takım için güven verici olmak gibi zor bir yükü vardır. Zordur kaleci psikolojisi. Takımdan uzak, oyun boyunca pek kimseyle konuşmadan dikkatli bir izleyici olmak ve defansın da yardımıyla gol yememeye, en azından hata yapmamaya çalışmak zor ve yıpratıcıdır. Seyirci açısından pek dikkat edilmeyen bir yerde görev yaparlar. Kaleci psikolojisi takımdan izole olmayı, yalnız olmayı ve ne olursa olsun takımın gerideki son adamı olarak güven verici olmayı gerektirir. Takım gol atıp çılgınca sevinirken de kaleci bir kenarda yalnız başına sevinmekle yetinir. Dahası çok başarılı bir reflekse golü önlediği doğru teşhis verdiği zamanda da sanki hiçbir şey olmamış gibi tevazu içinde topu oyuna sokması beklenir.

23 Ocak 2015 Cuma

tıbbın kalecileri - Nadir Paksoy


1- Patologlar tıbbın kalecileridir

Dikkat buyurun: Kalecinin kaderidir. Kalecinin (patologun) başarısı skor değildir; başarısızlığı skordur. Forvetin (klinik daldaki hekimler) başarısızlığı skor değil başarısı skordur. Dolaysıyla kaleciler (patologlar) yedikleri gollerle (kaçırdıkları tanılarla) hatırlanır; forvet yüzde yüzlük fırsatları kaçırır kimse hatırlamaz, bir gol atar kahraman olur. Kaleci 100 gole izin vermez, bir gol yer ; "takımı yatırdı" olur. Ama futbolda tıpta takım oyunu vardır ve mutlaka kaleciye (patologa) ihtiyaç olacaktır. Kalecinin (patologun) önemi yokluğunda belli olur. Oyuncu değiştirme hakkı olan takımın kaleci si(patolog) kırmızı karttan oyun dışı kalırsa kale boş bırakılmayacağı için forvet/orta sahadan bir oyuncu saha kenarına alınıp kaleye yedek kaleci geçer. Kaleci (patolog) takımın/hastanenin güvenidir. İşte Cech (Chelsea), Castellias (Real Madrid), Buffon (Juventus), Neuer (Bayern Munich) gibi kaleciler.

Kalecinin futboldaki önem ve değerini kulüp yöneticileri ve teknik direktörler çok iyi bilir de tıbbın kalecisi olan patologların önem ve değeri hastane (üniversite, kamu ve özel fark etmiyor) ve bakanlık yöneticilerinin de anlaması beklenir, umulur ve dilenir ancak gerçek ile dilek bu konuda pek örtüşmez.
Örnekler: Önem: Bir kamu hastanesine patolog tayin olur.Alet edavat ve mekan yoktur. Başhekim bodrumda bir yer bulur. Patolog “cihaz gerekir” , der. Başhekimlik, "bizim patologa ihtiyacımız yoktu ki seni neden gönderdiler, bize şöyle anjio vb yapan bir kardiyolog gerekirdi ki hastanemiz sükse yapsın, onu bekliyoruz. Ödeneğimizi o bölüm e ayırdık patolog için kullanamayız!”. Masal böyle devam eder.zaten çoğu kamu hastanesi patoloğu iş açısından meşgul ve mutlu edecek cerrahi ve girişimsel medikal dallardan yoksundur. Böyle yerlerde patoloji gerçekten anlamsızdır. Atanmaması gerekir. Mecburi hizmet için olgu sayısı bol, patolog sayısı az bölge eğitim hastaneleri, yeni açılan tıp fakülteleri dururken olmadık bir ile tek patolog yollamanın mantığı nedir? Özellikle mecburi hizmette daha çiçeği burnunda bir patoloji uzmanını, patolojinin hiç gerekli olmadığı yerlere atayarak genç uzmanı meslekten soğutmanın, mesleğini baştan köreltmenin anlamı nedir?

2- Performans

Performansın kendisi hekimlik barışını bozan adaletsiz bir sistemdir. İş patolojide daha da vahimdir. Patologun hevesini kıran bir konudur. Hastanelerde ne hikmetse performanstan/ tıp fakültelerinde döner sermayeden en az pay patologa verilir. Niye? Patolog iş yapmaz mı? Preperatı mikroskobun altına koyunca yazar kasa gibi tanı otomatik mi çıkar? Patologa boş oturuyor gözüyle bakan yöneticilerin patolojiyle bir işi olduğunda kendi hastanesi bir kenara bırakır, en ünlüleri birer birer dolaşır, fikir alır.

3- Patologların kendileri

Patoloji yapısı gereği tek mekan ve yakın fiziki temas içinde çalışmayı gerektirir. Özellikle üniversitelerde patoloji bölümlerinde iç huzur her zaman mümkün değildir. Cerrahide hocaların , asistanların ,biri ameliyathanede, biri poliklinikte, diğeri küçük müdahale odasında, bir diğeri serviste derken, çoğu kez insanlar birbirini görmez ve olumsuz etkileşim içine girmezler ya da elektriklerini buralarda toprağa vererek deşarj olurlar.

Patolojide durum böyle değildir. Herkes elektriğini üstünde taşır, yakın temas içinde aynı dar mekanda çalışıldığından “ hatlar birbirine değer sigortalar atar”! Bu durum eğitim ve hizmet için tehlike yaratır ama patolojinin gerçeği budur.

PARAFİN PERDELER arkasına saklanmış, dünyayı lam-lamelden ibaret sanan anlamsız çıkar, ünvan, kadro, yayın tartışmalarının patoloji eğitimine ve genç kuşaklara hiçbir faydası yoktur. Tarih göstermiştir ki patoloji bilimi bencilliği affetmez. Verici, paylaşımcı olmalıdır patoloji öğretim üyeleri.


4- Asla ve asla ayırımcı değilim ama son zamanlarda patolojinin hanım ağırlıklı bir yapıya bürünmesini patoloji biliminin eğitim, hizmet ve kliniklerle dayanışma-iletişim açısından sağlıklı bulmuyorum.

Maalesef  "gece nöbeti yok", bir eve bir klinisyen yeter, bey kadın-doğumcu/cerrah olsun, hanım sen de uzmansız kalma patolojiyi yaz" mantığının ve erkek hekimlerin 'skor'un başarı sayıldığı dalların peşinde koşmalarının sonucudur. Çok öykündüğümüz ABD ve Avrupa'da patolojide öğretim üyeleri arasında kadın oranı %30'larda giderken bizde %70-80-90; hatta tamamının kadın olduğu eğitim hastaneleri (ünv/kamu) vardır.


TARİH VE SON

Türkiye'de patolojinin kurucusu Hamdi Suat Aknar'dır. Osmanlının son zamanlarında Gülhane'nin Alman hocası tarafında Almanya'ya ihtisasa yollanır. Dönüşte bir konuda ters düştüğü için Yemen'e pratisyen hekim olarak sürgün edilir. Sürgünden dönünce o zamanki İstanbul Üniversitesinde (Darülfünunda) profesör olur. Bu kez 1933 reformunda 'tek tabanca' olmak isteyen Alman profesörlerin de dolaylı etkisi olsa gerek 'gerici/yetersiz' gibi gerekçelerle Darülfünun'dan çıkartılır. Atatürk bunu öğrenir. Hamdi Suat'ın üniversiteye dönmesini ister, fakat Hamdi Suat, İstanbul Üniversitesine dönmeyi kabul etmez. Vakıf Gureba hastanesinde çalışır. Patoloji işte böyle çileli başlar ve böyle de devam etmektedir. Ancak patoloji'de bugün vardığımız nokta bu çilelerin boşa gitmediğidir. ( Hamdi Suat hakkında daha ayrıntılı görsel bilgi/sunum Patoloji Dernekleri Federasyonu sayfasında yer almaktadır).

Not: Bu yazı ilk olarak 6.3.2012 tarihinde Medimagazin’de yayınlanmıştır

22 Ocak 2015 Perşembe

17 Ocak 2015 Cumartesi

genç patologlara ve patolog olmak isteyenlere öğütler - Nadir Paksoy


Patoloji göz zekası ile ilgili bir tıp uzmanlık alanı.

Her hastalık hücre ve doku düzeyinde farklı desenler ve yapılar oluşturur. Patolog bu desenleri göz zekası, algılama yeteneği, eğitimi ve birikimine dayanarak değerlendirip hastalığın doku tanısını verir. Özellikle de kanser'in tanısı patolojiyle olur.

Patoloji eğitimi aktif değil, pasif eğitimdir. Cerrah adayı yaptığı işin başarılı olup olmadığını gözüyle somut olarak görür. Dahiliyeci verdiği tedavinin işe yarayıp yaramadığını hasta üzerinde bizzat görür.

Patolog kendi görüşünün doğruluğunu; kendi kendine onaylatamaz. "Zenciyi görür bu Çinli'dir der" öyle sanır, öyle eğitilmiştir. Taa ki tanıları klinikle ve hayatla uzlaşmayana dek kendi gördüğünün doğru olduğunu sanır.

Bu felsefi gerçek, patoloji eğitiminin en temel noktasıdır.

Türkiye'de ihtiyaçtan fazla patoloji kadrosu açılmaktadır. İyi bir eğitim hastanesinde iyi bir cerrahi hocasının elinde cerrah yetişebilir ama tek bir hocadan nitelikli patolog yetişmez. Türkiye’de patoloji eğitiminin standardizasyonu yoktur. Bir yerde bir doçent var diye orada patoloji uzmanlık eğitimi verilmemelidir. Olgu sayısı bol ve değişik, tıbbın özellikle girişimsel dallarının (bronkoskopi, endoskopi, İİAB vb) bulunduğu, farklı patoloji disiplinlerinde yetkin alt branştan patologların (sitopatoloji, nöropatoloji, lenfoma patolojisi vb) olduğu yerlerde uzmanlık verilmelidir.

Bir çok yeni açılan eğitim hastaneleri ile yeni açılan tıp fakültelerinde bir-iki hoca ile patoloji uzmanlığı iyi sonuç vermez.

PATOLOG AZ OLMALI ÖZ OLMALIDIR
 
Yakın merkezde 5 hastanede 15 patolog varken merkeze 15-50 km uzakta vaka sayısı az, cerrahi/girişimsel medikal dal hekimleri yetersiz ilçe (il de olabilir) hastanelerinde patolog olması israftır.

"Gece nöbeti yok, pratisyen kalmaktan iyidir" mantığıyla patoloji uzmanlık eğitimi seçilmez.

Gece nöbeti yoktur ama işlerin yoğun olduğu yerlerde akşam geç saatlerde ancak çıkılır.


Patoloji sevmeden, sırf bir uzmanlık olsun diye yapılacak iş değildir.

Kaliteli patologların sayısı arttıkça ve girişimsel işler ve target onkoloji tedavi, tümörde moleküler analiz gibi gelişmeler, ince iğne biyopsisi gibi pratik yöntemler tıbba girdikçe patolojinin değeri artacaktır.

ÖZET: Az sayıda öz sayıda olmalı. İyi merkezlerde ihtisas yapılmalı. "Pratisyenlikten iyidir mantığıyla" patoloji seçilmemeli; yoksa sonunuz hüsran olur.

Güven vermeyen patoloğun, sürüden atılmış arslandan farkı yoktur; eninde sonunda tıbbın ve kliniğin vahşi yaşamında yok olur gider.

Vahşi yaşamda patolojiyi savunmak için bilgili ve mücadeleci olmalıdır.

Pısırık, sönük, suskun kişilik yapısında olanlar patolojiyi hiç düşünmesinler.

Çünkü muhatabınız gariban hasta değil, kendi tanısının her zaman doğru olduğuna inanan, "canavar klinik hekimleridir". Onlarla başa baş mücadele için bilimsel ve kişisel açıdan dişli olmanız gerekir.

Gençlikte pek öğüt dinlenmez, öğüt veren de pek sevilmez. Ama olsun, patoloji uzmanlığı yapan ve düşünenler bu yazıyı pek kulak ardı etmesinler.

Not: Keşke 1980’de patoloji uzmanlığına başladığımda bana da böyle bir öğüt veren bir hocam olsaydı!!!!

Son söz ; Lazın dediği gibi  " sevdiğini alamadıysan aldığını seveceksin" ...


Prof. Dr. Nadir Paksoy



















Koala'dan Dipnot: Nadir Bey'e nazik mesajı ve paylaşımları için çok teşekkürler. 2015 dileklerim şimdiden kabul olmaya başladı sanırım :)))

 (http://patolojininhali.blogspot.com.tr/2014/12/ne-olacak-bu-patolojinin-hali-2014.html)

3 Ocak 2015 Cumartesi

kuzey sardunyaları ve arda kalanlar

Hayatımızın kimi dönemlerinde kritik kararlar alırız ya da almak zorunda bırakılırız. Bu anlamda kendi hayatımdaki en önemli virajlardan birisi uzmanlık alanı tercihiydi.

Malum bu dönemde birçok kişi ile görüşülür, birçok kişiden birşeyler duyulur ve bir şekilde bunlar kendi süzgecinizden geçirilip bir doğrultu belirlenir. Bu dönemde hayatımı yönlendirmemde tesadüfen tanıştığım bir kitabın ve de kitabın yazarının hayat hikayesinin çok önemli katkısı oldu.

Yazarın kitabında herhangi bir yönlendirme bulunması söz konusu değil ve de mevzu bahis katkısından haberi yok. Söz konusu olan ise bahsi geçen kişinin hayat hikayesi ve hayata karşı duruşu.

Bahsi geçen yazar Nadir Paksoy ve kitabı ise Gezgin bir Hekimin Dünyası.

Benim hikayeme dair çoğu şey bu kitapla başladı. Okudukça heyecanlandırdı, heyecanlandırdıkça düşünmeye itti.

Beğenimin bir yansıması olarak yazarın diğer kitaplarını da alıp kütüphaneme koydum. Zamanla hayallerimi gerçekleştirme konusunda yol aldıkça, kitaplar aklımdan çıktı ve itiraf ediyorum biraz ihmal ettim.

Ne var ki dün sıkıştığım bir anda satın aldığım kitaplardan "Kuzey Sardunyaları" elime geçti.

İşte bu yazı sıkıştığım anda imdadıma yetişen Nadir Paksoy ve Kuzey Sardunyalarına dair .

Başlıyoruz ...

Bir süredir daralma, sıkışma, düşünme, düşüncelerle bilek güreşine tutuşma halindeyim .

Öyle ki çok daraldığım, içimin sıkıştığı bir anda ansızın bu kitap karşıma çıktı ve ilk sayfasındaki şu soruyla gönül kapımı çaldı ; 

" Durağında günlerce, aylarca, yıllarca bıkmadan, usanmadan, umutla, hırsla, tıpkı bir mesih bekler gibi dört gözle yolunu beklediğiniz, artık tutkuya dönüşmüş bir arzunun; günün birinde hiç ummadığınız bir anda en çarpıcı görkemiyle çıkageldiği; çıkagelmenin ötesinde tüm gözeneklerinize değin ruhunuzu, bedeninizi ve de o güne dek kendi halinde, günlük tekdüzeliğinde yuvarlanıp giden yaşamınızı, alt üst edercesine etkilediği; etkilemenin ötesinde benliğinizi son sınır taşına değin, iflahı mümkünsüz bir metastazla sarıp sarmaladığı gerçeğini hiç yaşadınız mı ? "

Bir anda beynimden vurulmuşa döndüm, neye uğradığımı şaşırdım. O an içinde bulunduğunuz bir his bu kadar mı  güzel, yeterli ve yerinde anlatılabilir.

Kitabın içeriği tam olarak nedir diye kitabı karıştırırken ise  ; 

"Bu kitap, düşsel bir Akdeniz kentinden başlayıp Geceyarısı Güneşi Ülkesini keşif tutkularına tutsak, uzun karanlık gecelerle, kısa beyaz günlerle süren yitik bir iç yolculuğun simgesel dış yansımalarıdır. Bu kitap bir iç dökmedir; tutkulara, sevilere,dirençlere, başarılara, yıkımlara bir anmalıktır." yazısı ile karşılaştım.

Bahsi geçen geceyarısı ülkesi Norveç. Kitap ise Nadir Paksoy'un Norveç'e sitopatoloji eğitimi almaya gitmek için verdiği gayret, önüne çıkan engeller ve de yaşadığı duygudurum dalgalanmalarına dair.
Pusulayı yüreğine yerleştirmiş, bilinmez topraklara elini değdirmenin tutkusuyla yanan bağrını açık deniz rüzgarına dönmüş, enlem boylam çizgilerinin gizemine yelken açmak isteyen kaptanın (yazarın kendisinin ) hikayesini okumaya başladım.

Okudukça kaptanın düşsel bir denizkızı görüntüsünün girdabına kapılarak; uğrunda kayalara sürüklendiği, omurgasına değin paramparça kıldığı teknesine; sisli bir tropikal koyun, buğulu kızaklarında beden ve ruh onarımı aramakta olduğu satırları okuyup özdeşlikler ve demek bunlar oluyormuş'ları  farkettim.

Devamında  ;

"Dağarcığımda tutku, düş, hüsran, hırs, kırgınlık, kızgınlık, acı sözcükleri kalmıştı ve bir de umut! Kimi zaman, bu sözcüklerden umut dışında olanlar biraraya gelerek bir cephe oluşturup, umut’u fena halde dövüyor, hırpalıyor; kimi zamanda yediği darbelerden çabucak toparlanan umut, bıçkınlaşarak cepheyi yarıp atbaşı öne çıkıyor ve kaptanın gönül tahtına çörekleniyordu."  diyordu.

Kaptan yaşadığı yenilgileri, kavgaları anlattıkça iyice hikayenin içine dahil olup herşey kötüye mi gidecek derken fonda Sabahattin Ali'nin sözlerini yazdığı  "Aldırma Gönül" şarkısı çalmaya başlıyor. Kaptan geminin yelkenlerine rüzgar doldurmaya başlıyor ve hayalini kurduğu geceyarısı ülkesine doğru dümeni kırıyor.

Karanlığı parçalayıp, umutla ve inatla ilerliyor ...

Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Norveç'in, özellikle de tutkularımın beyaz başkenti dediği Oslo'nun sokaklarında elimden tutup gezdirmeye başlıyor. Güzellikleri, farklılıkları ve Norveç üzerinden geçmişteki kendisinden bahsediyor. 

Norveç'lileri, Gustav Vigeland parkındaki güzel heykelleri, köşe bucak bütün şehri anlatıyor. Ayrıca yazıların arasına da Munch'un daha önce tanışmadığım güzel resimlerini serpiştiriyor. 

Kıskançlık - Edvard Munch

Two human beings, the lonely ones - Edvard Munch

Öyle mi ! Böyle mi ! Vay be ! diye düşünürken bir anda kitap biteyazdı ve "Uzun etkili- kısa metrajlı bu kuzey filminin uzun süre anılarımın afişlerinde asılı kalacağından hiç kuşku yok. Film sona eriyor. Görüntüler kar taneciklerine dönüşüyor " dedi yazar.

Kendi filminde rol alma cesaretini gösteren yazar kitabı karmaşık duygudurum içerisinde bitirdi.

Kitabı bitirdim ama kitap benim için tam olarak da bitmedi aslında. Sanki okuduklarımı kafamda filme çektim ve geçen her dakika tekrar tekrar o filmi oynatıyorum. Dolayısıyla biten birşey yok ve olmayacakmış gibi hala.

Bu yazı bitmek üzereyken sen niye böyle bir yazı paylaştın derseniz, sıkıştığım anda yardımıma ikinci kez koşan gezgine bir selam vermek ve teşekkür etme kaygısı diyebilirim.

 DİPNOT: Kitabı okumak isteyen olursa seveseve paylaşmak isterim !

Nadir Paksoy kimdir ? (Kaynak:Vikipedia)

Nadir Paksoy (d. 1952), tıp doktoru (patoloji profesörü) ve gezgindir. Uzmanlık alanı sitopatoloji, özel ilgi alanı ince iğne aspirasyon biyopsi yöntemi ile tiroid, meme ve baş-boyun kitlelerinin 'iyi-kötü huylu (kanser)' ayrımıdır. Bu konudaki yandal uzmanlık eğitimini Oslo Üniversitesi Radium Kanser Hastanesinde gerçekleştirdi. İnce iğne biyopsisinin günümüzdeki öncülerindendir.İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunudur(76).Patoloji uzmanlık eğitimini İstanbul Üniversitesi İstanbul(Çapa) Tıp Fakültesinde gerçekleştirdi. Antalya -Akdeniz ve Kocaeli Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. BM gönüllüsü olarak Pasifik Okyanusu'ndaki adalarda (Vanuatu, Samoa, Mikronezya, Tokelau) hekimlik yaptı. Gezi-izlenim-anlatı türü 6 kitabı (Bağlam yayınları) vardır. Kocaeli'nde kendine ait sitopatoloji tanı merkezinde özellikle ince iğne biyopsisi alanında serbest hekimlik yapmaktadır.
 
Takip edebildiğim kadarıyla yazarın son yazısı Hürriyet gazetinde şu linkte paylaşıldı;