28 Mayıs 2015 Perşembe

patoloji nedir?

Halkımıza "Patoloji nedir?" diye sorduk.

Bakalım ne cevaplar aldık ...

Dipnot: Bu ilk video deneyimimiz olması nedeniyle teknik eksiklikleri maruz görün :)




Koala prodüksiyon çekimlerine tüm hızıyla devam edecek :) Bizi takip edin ...

23 Mayıs 2015 Cumartesi

BERLİN’DE VİRCHOW’UN İZİNDE: Patoloji ve Tıp Tarihi Müzesi / Nadir Paksoy

Kentlerin kişilerdeki çağrışımları değişkendir. Anılara, tarihe, okuduğu kitaplara, izlediği filmlere, duyduğu anlatılara, yaşanmışlıklarına ve ilgi alanlarına göre, kentler bizlerin belleğinde farklı izler bırakır. Günün birinde o kente yolumuz düştüğünde bu çağrışımların izini süreriz.

Berlin’e geçenlerde ilk kez gittim. Berlin denince her birimizde farklı unsurlar ön plana çıkar: İkinci dünya savaşı, savaş sahneleri, Duvar, John le Carre’nin romanlarında soğuk savaş dönemi “Checkpoint charlie” kapısındaki casus değişimleri, doğudan batıya kaçış öyküleri ki bir kısmı hüzünle sonlanmıştır, Kreuzberg Türk mahallesi ve daha niceleri…

Benim için durum farklıydı ve Berlin bu blogun takipçileri dışında belki çok az kişinin bildiği ve çok az kişinin ilgisini çekecek bir özelliğiyle önemliydi. Berlin’e vardığım ertesi gününü bu mekana ayırdım:

Uzmanlık dalımızı patolojinin kurucusu Virchow’un çalıştığı hastane ve bugün hala hem korunan hem de işlevini sürdüren patoloji ensititüsü. Virchow’un çalıştığı hastanenin adı Berlin Charite Hastanesi. Bugün Berlin Tıp Fakültesi’ne bağlı eğitim hastanelerinin en eskisi olarak hala önemini koruyor. Berlin Tıp fakültesini başka eğitim hastaneleri de var ama Charite en eskisi. Adından da anlaşılacağı gibi bizdeki  "vakıf guraba" gibi “yoksullara hayrına bakan” hastane olarak 1700’lerin başında veba salgına karşı yoksulları tedavi merkezi olarak kurulmuş.1810’da Berlin Üniversitesi ( Bugün Humbolt Üniversitesi olarak anılır) kurulunca Tıp Fakültesi /Üniversite Eğitim Hastanesine dönüştürülmüş.

Virchow’un çalıştığı bina 2. Dünya Savaşında müttefik bombalarından zarar görse de sonradan restore edilerek korunmuş. Bina bugün Virchow Berlin Tıp Tarihi Müzesi olarak işlev görüyor. Müzenin bitişiği fakültenin patoloji ensititüsü.Alman sisteminde patoloji ve benzeri dallar enstitütü şeklinde yapılanmıştır. Kliniklerin içinde değil yanında/yakınında bağımsız bir mekanda “küçük bir prenslik” biçiminde işlev görür. Öğrenci laboratuarları, pratik salonları derslikleri ve hatta yemekhaneleri ile patolojinin niteliğine uygun özerk bir şekilde hizmet verir.
Hastaneye giden yolda Virchow anıtı

Charite Hastanesi Virchow’la gurur duyuyor.
Hastanenin dışında, hastaneye giden yolun kavşağında Virchow’un büstünün yer aldığı görkemli bir anıt var. Ana kapıdan girince hastanenin tarihi dokusunun korunduğu kiremit rengi tuğlalardan yapılmış farklı bölümlerin binaları başlıyor. Ana giriş kapısından Patoloji Enstitüsü’ne kadar uzanan ağaçlı yolun adı "Virchow Yolu".

Hastane içindeki ana cadde: Virchow Yolu









Patoloji Bölümünün (Virchow’un çalıştığı ve bugün müze olan bina, şu anda aktif çalışan patoloji bölümü binasına komşu) girişinde kaidesi üzerinde iki büst yer alıyor. Biri Langerhans diğeri Virchow.

Şimdi burada Virchow’a kısa bir ara verelim ve kendi adıyla anılan pancreas ve epidermisteki dentritik hücrelerden dolayı hepimizin ismini bildiği Langerhans’a kısa ama ilginç yaşam öyküsüne değinelim.

Langerhans'ın büstü
 Paul Langerhans (1847-1888), tıp fakültesi mezuniyet tezini (o yıllarda doktora çalışması deniyor; sanırım bu gelenek yakın zamana kadar Alman ekolünde devam ediyordu, belki şimdi de vardır) Berlin Charite Hastanesi Patoloji Enstitüsü’nde (Virchow’un çalıştığı kurumda) yapar. Mezuniyet tezi “Pankreas’ta berrak adacık hücreleridir”. Bu hücreler daha sonra “Langerhans hücreleri” olarak adlandırılır. Langerhans mezuniyetinden önce henüz tıp öğrencisiyken epidermisteki dentritik hücreleri de tanımlamış ve bunların sinir sistemi ile ilgili olabileceğini düşünmüştür.

Virchow'un büstü
Langerhans’ın pankreasta tanımladığı hücrelerin insulin salgıladığı ; pankreasın diyabetle ilintili bir organ olduğu daha sonraki yıllarda ortaya konulacaktı. İnsulin-pankreas ilişkisinin öncü çalışmaları, 1800’lerin sonlarında Polonyalı Alman hekim Oskar Minkowski , Alman hekim Joseph von Mering, Alman patolog Naunyn, Amerikalı hekim Opie ve İngiliz hekim Sharpey-Schafer ile başlar; hormona Latince adacık anlamına gelen “insula”dan esinle “insulin” adınını veren Schafer’dir; endokrinolojinin babası olarak bilinir. 1920’da Kanadalı hekim Frederick Banting ile Amerikalı-Kanadalı hekim Charles Best insulin-diyabet ve pankreas adacık hücreleri (Langerhans hücreleri) bağlantısını ortaya koyar; bu buluşuyla özellikle insulini keşfiyle Banting 1923’te Nobel tıp ödülünü kazanır. Buluşu birlikte gerçekleştirdiği Best’e ödül verilmemesi üzerine şaşırır, aldığı para ödülünün yarısını Best ile paylaşır.

1974 yılıydı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 4. Sınıf öğrencisydim (1970-76). Farmakoloji hocamız Prof Alaaddin Akçasu bir gün dersine yabancı bir profesörü konuk konuşmacı olarak getirdi. Aklımda kaldığı kadarıyla konuğun Kanadalı olduğu olduğu ve insulini bulan kişilerden biri olduğunu söyledi ve dersini konuk profesöre verdi, Prof Akçasu konuğun anlattıklarını bize çevirdi. Sanırım bu konuk Dr Best idi. Bu yazıyı hazırlarken Wikipedia’dan araştırdım. Banting genç yaşta vefat etmiş, Best’in vefat tarihi 1978.

Şimdi tekrar Langerhans’a geri dönelim. O yıllardaki monoküler mikroskoplara baktıkça ve patoloji kesit tekniklerini (basit mikrotomlar ve boya yöntemleri) düşündükçe, bu kişilere saygı ve hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Doğrusu bugünün patoloji imkanlarında bile “adacık hücrelerini” tanımakta zorluk çekebileceğimi düşünüyorum. Bu kişiler tıp fakültesi mezuniyet tezi için o günün patoloji koşullarında bu hücreleri tanımlamışlar. Aynı hayranlığım zamanın tüm patologları için de geçerli kuşkusuz … Langerhans mezun olduktan sonra Alman coğrafyacı-haritacı Kiepert ile birlikte Anadolu, Suriye ve Filistin’i kapsayan uzun bir geziye çıkar. Almanya’ya dönüşte Freiburg’da patolojide çalışmaya başlar. Otopsilerden tüberküloza yakalanır, patolojiyi bırakır, iklimi nedeniyle Portekiz’in Atlas Okyanusundaki Madeira Adasının Funchal kentine yerleşir, orada evlenir. Araştırma dürtüsü adada da kendisini bırakmaz; deniz solucanlarının yaşam döngüsü üzerine çalışır, 41 yaşında Funchal’da ölür ve oraya gömülür.

Langerhans'ın daha öğrenciyken “adacık hücrelerini ve epidermisteki dentritik hücreleri tanımlaması, bana patoloji tarihinden başka bir öyküyü anımsattı. Virchow ile bağlantısı yok ama o yıllarda bilimle uğraşanların daha hekim hatta uzman bile olmadan bazı hücre ve lezyonları tanımlaması takdir edilecek çalışmalar. Hodgkin’de Reed-Sternberg hücreleri birbirine yakın tarihlerde Avusturyalı hekim 1898’de Carl Sternberg, 1902’de Amerikalı kadın hekim Dorothy Reed tarafından tanımlanır. İşin ilginç yönü hem Reed hem de Sternberg bu tarihlerde henüz patoloji asistanıdırlar. Reed ABD Baltimore’daki John Hopkins patoloji bölümünde asistandır. İhtisası bitince tanımladığı buluşuna da güvenerek hocasına bölümde akademik kariyere kalmak istediğini söyler. Hocası William Welch aynı zamanda fakülte dekanıdır, yanıtı şu olur: “Bu kurumda bugüne kadar hiçbir kadın kariyere kalmadı, sana ne oluyor?” Hiç beklemediği yanıt karşısında çok şaşıran ve üzülen Reed o anda patolojiyi bırakır ve halk sağlığı-çocuk hastalıklarına yönelir …

Şimdi tekrar günümüze dönelim ve Virchow ‘un izini sürmeye devam edelim. Evet, Patoloji Enstitüsü’nin girişinde Enstitünün yetiştirdiği en ünlü iki patolog olarak Langerhans ve Virchow’un büstleri yer alıyordu. Enstitüye çıkan kısa mervidenlerin ilk basamağının önünde yeredeki beton taşlara metal bir plaket vidalanmış.

Patoloji binası girişindeki metal plaket

Plakette Virchow’un “ her şey hücreden başlar” anlamındaki ünlü aforizması “ Omnis cellula a cellula RudolfVirchow 1821-1902” yazıyordu. Enstitü çalışanlarının her sabah bu aforizmayı hatırlayarak işe başlıyor olmaları bana ilginç geldi.

Patoloji Enstitünün yanındaki kırmızı tuğla bina Virchow’un çalıştığı patoloji bölümü. Daha önce de değindiğim gibi bina , 2.Dünya Savaşı müttefik bombardımanında hasar görmüş ; hastane savaş sonrasında Doğu Berlin bölgesinde kalınca bu bölüm o dönemde kapalı kalmış. 1998’de restore edilmiş ve müze olarak halka açılmış.

Virchow'un çalıştığı bugün müze olan bina
Müzede Virchow’un özel makroskopi koleksiyonundan ilginç örnekler var. Çoğu bügünkü patoloji neslinin ancak atlaslarda görebileceği makroskopi piyesleri: romatizmal kardit, sifilitik aortit, Hodgkin'deki deri lezyonları, bakteriyal kalp kapak lezyonları, ileri aterosklerotik abdominal aorta gibi …

Virchow’un makroskopik piyes koleksiyonun sayısı 10 bin civarındaymış. Önemli bir kısmı 2. Dünya Savaşı müttefik bombardımanında yok olmuş. Müzede özellikli olan birkaç yüz kadarının sergilendiği belirtiliyor; ancak depoda çok sayıda “patolojik hazine” korunuyormuş.

Müzede patoloji makroskobi salonunun soğukluğu yok. Nesneler, resimler, tablolar profesyonel ve çağdaş müzecilik anlayışıyla sergilendiği için müze halkın da ilgisini çekiyor (yıllık ziyaretçi sayısı 90.000'miş). Zaten müzenin resmi adı “Berlin Tıp Tarihi Müzesi” (www.bmm-charite.de). Ancak patoloji piyeslerinden olumsuz etkilenebileceği endişesiyle 16 yaş altındaki ziyaretçiler bir ebevyenleri eşliğinde müzeyi gezebiliyor; sanırım ilkokul çocuklarını hiç almıyorlar. Müzede sadece patoloji piyesleri yok. Charite Hastanesi’nin tarihi, Alman tıp tarihi, hastanede görev yapan diğer ünlü hekimlerin buluşları ve tıbbı nesnelere de yer verilmiş. Bunlar içinde benim en çok ilgimi çeken nesneler, üstünde Virchow’un özgün hücre ve malign hücre çizimlerinin yer aldığı devasa çalışma masası ve mikroskobu oldu.

Müzede benim en çok etkilendiğim alan ise Virchow’un derslerini verdiği amfiydi. Amfi bombardımanı hatırlatacak biçimde restore edilerek korunmuş. Bir sitopatolog olarak “her şey hücreden başlar” konferansının verildiği salonun loş bir köşesinde dakikalarca oturdum, ortamın büyülü havasını belleğime taşıdım. Hatta müzede fotoğraf çekimine izin verilmemesine rağmen yakalanma riskini göze alıp flaşsız birkaç fotoğraf çektim. Neyse ki sorun çıkmadı! Salon,bugün seminer konferans gibi patoloji ve tıp etkinliklerine açık şekilde düzenlenmiş.

Virchow amfide ders verirken


Aynı amfinin bugünkü hali






























Virchow’un Türkiye ile de dolaylı ilintisi var. Virchow sadece patoloji değil, antropoloji, paleontoloji ve arkeoloji ile de ilgileniyordu. Truva kazılarını yapan ve hazineyi Türkiye’den dışarı kaçıran Alman arkeolog Schliemann ile de tanışıyordu. Schliemann’ın hazineyi bulup kaçırdığı 1873’ten sonra yeniden izin alıp başladığı ikinci kazıya,  Virchow “kazı kamp hekimi” olarak katılır. Burada kaldığı süre içinde sıtma konusunda ve kazılarda çıkan iskeletler üzerinde çalışmalar yapar.
Virchow'un patoloji kitabı
Dolayısıyla uzmanlık alanımızın kurucusunun Truva hazinelerinin Türkiye dışına kaçırılmasında rolü olmadığını düşünebiliriz. Ancak hazinenin ve diğer buluntuların Berlin’e götürülmesi ve orada sergilenmesi konusunda Schliemann’ı etkilediği/ikna ettiği biliniyor. Truva kazılarından çıkarılan çanak çömlek buluntularının sergilendiği Berlin Neues Müzesinde ( Bergama Müzesi yanında) Truva sergi salonunu girişinde de Virchow’un bu katkısına yer verilmiş Hazinenin altın parçaları (Priam hazinesi) 2. Dünya Savaşından sonra Ruslar tarafından Moskova’ya kaçırılmış, şimdi orada Puşkin Müzesinde sergilenmekteymiş.
Müzede Charite Hastanesinin tarihine de yer verilmiş. Hastaneden yetişen/görev yapan ünlü doktorlar arasında iki isim dikkatimi çekti. Biri patolog Johannes Müller (1801-1858), diğeri cerrah Rudolph Niessen (1896-1981). Müller, tümörlü dokularda kazıma yöntemiyle tümör hücrelerini tanımlayan ilk kişi. Dolayısıyla Papanicalou’dan önce sitolojinin öncülerinden biri olarak kabul edilir. Müller, memedeki sistosarkoma filloides'i ilk tanımlayan patologtur. 'Filloides' eski Yunancada 'yaprak' anlamına gelir. Gerek öğrencilikte gerek asistanlık sırasında biz de sistosarkoma olarak öğrendik. Bilindiği gibi sonradan 'filloides tümör' adı daha uygun bulundu.

Müze katologunda “scape sitoloji” için kullandığı yaptığı preperatlar ve saklandığı kutunun ve ilk preperatların resmi yer alıyordu ama müzede göremedim. 1800'lerden kalan preperatların günümüze kadar korunması herhalde ancak Batı'nın bilim tarihine verdiği önem, değer ve özenle gerçekleşebilir.

Müller'in sitoloji kazıma preperatları ve kutusu

Virchow'un mikroskopu
Benzer şaşkınlığı Londra Guy Hastanesi Hodgkin Patoloji müzesinde de yaşamıştım. Hodgkin'in hastalığı tanımladığı lenf düğümleri hala saklanmakta ve sergilenmekteydi. Cerrah Niessen’e gelince, özellikle batın cerrahisinin en ünlülerinden ve cerrahinin öncülerinden biri olarak kabul edilir. Berlin Charite’de çalışırken Yahudi kökeninden dolayı, 2. Dünya Savaşı öncesi 1933’te Türkiye’ye göç edenler arasında yer alır. Cerrahpaşa cerrahi kliniğinin temellerini atar ve ben öğrenci iken cerrahi kliniği olarak kullanılan tarihi saat duvarlı kliniğin planlarını çizer.Savaş sonrası İsviçre’ye yerleşir. Einstein’in aort anevrizmasını (aortayı selofan ile sarma tekniğini uygulayarak) tedavi eden cerrahtır. Tüberküloz basilini bulan Robert Koch da bu hastanede yetişen ve hastanenin gurur duyduğu bir diğer ünlü bilim adamı. Hastanenin Berlin ana tren istasyonuna bakan yüzündeki caddeye adı verilmiş.

Berlin Duvarı müzenin hemen önünden geçiyormuş. Müze binasından Batı Berlin görüldüğünden duvara bakan camlar beyaza boyalıymış. Duvarın dibinden Berlin’in içinden akan Spree nehri akıyor. Nehrin iki kıyısı vadi gibi dik taş duvarlar örülü. Suyun bir yakası Doğu öbür yakası Batı Berlin’miş. Müzenin önündeki duvardan bir yolunu bulup suya atlayan genç Doğu Almanya genci, suyu geçip betondan yukarı çıkamamış ve orada Doğu Alman muhafızlarınca vurulmuş. Şimdi vurulduğu yerde adına bir anıt var. Duvarı geçmeye çalışırken vurulanların anısına yapılan anıtlara Berlin muhtelif yerlerinde rastlanabiliyor.

İnsanlık ve tarih…

Bir zamanlar hayatını tehlikeye atıyorsun, kaybedebiliyorsun. Ardından gelen nesiller duvarın nereden geçtiğinin farkında bile olmaksızın hayatın akışında Berlin’i yaşıyor.Ve tarih böyle akıp gidiyor. Yolunuz Berlin’e düşerse müzeyi programınıza almanızı öneririm.

Prof. Dr. Nadir Paksoy, Kocaeli Üniversitesi
nadirpaksoy@gmail.com

18 Mayıs 2015 Pazartesi

macera dolu Amerika - volume 1

Amerika’ya hoşgeldiniz!

İhtiyacınız olan her şey, tam orada ufukta görünüyor; ama uzanabilirseniz. Özgürlükler bir adım ötede: ama prosedürleri tamamlayabilirseniz.

Seçimler ve hayatımız hep 2 basamaklı işlemlere kalmış gibi. Aynı karşıdan karşıya geçmek istediğinizde sizi durduran 'turuncu el’ ve süre dolunca geçmenize izin veren ‘walk’ simgeleri gibi …

Her şey tam anlamıyla kontrol altında!

Ben Erdem, aynı sizin gibi patoloji asistanlığımı mevcut kurumumda güllük gülistanlık (!!) sürdürürken: kafamda dolaşan binbir tilkiden en az birkaçı beni rutin hayatımdan ve çalışma düzenimden kopup 'güvenli bölge’mden ayrılmaya ve hiç bilmediğim topraklara gitmeye, hiç bilmediğim suları içmeye, 2 aylığına da olsa hiç bilmediğim bir hastanede gözlemci olarak çalışmaya ikna etti. Yazışmalar, belirsizlikler, nasıl gidileceğine dair soru işaretleri, maddi kaygılar, kalacak yer, uçak biletleri ve şeytanın bile bilmediği ayrıntılar tabii ki bu maceranın tuzu biberi ve vazgeçilmeziydi. 

İlk gün: 

Amsterdam aktarmalı Boston uçuşu. Hem Amsterdam’da hem Boston’da sonu gelmeyen ve birbirini tekrarlayan sorular:
-Neden Amerika’ya gidiyorsunuz? Çalışacağınız hastanenin adı nedir? İlişkiyi nasıl sağladınız? Hangi alanda uzmanlık yapmaktasınız? Neden vizeyi 2 ay önceden aldınız? Nerede kalacaksınız? Bu Amerika’ya ilk uçuşunuz mu?

 
Ve biraz daha sert sorular:
-Cebinde kac para var? Suriye sınırına yakın mı oturuyorsun? Neden burdasın?

İşte şimdi burdayım, Boston’da. Dünyanın 2. en eski metrosu, jet lag, yeni daire, geçici Çinli ev arkadaşı ve ardından Turkiye’den gelen kalıcı ev arkadaşı ve eskimeyen dost. Normalizasyon. Her şey aynı, hayat devam ediyor. Sokaklarda sürekli koşan ve adımlarını sayan insanlar, yeşil mi yeşil parklar, Charles nehri ve Çinliler. Evet yanlış duymadınız her yaştan Çinli bu şehri işgal etmişe benziyor.

Harvard Medical School Kampüsü.
 Brigham and Women'sın
hemen arka tarafı
Bir haftasonunun ardından hemen hastanedeyim. Longwood Medical Area tamamen hastaneler, kanser enstituleri ve araştırma merkezlerinden oluşan çok büyük bir kapsül. Şehrin aortu. Benim hastanem ise Brigham and Women’s Hospital: Fiziksel ve fonksiyonel olarak komşusu olduğu Dana Farber Cancer Institute ve Boston Children Hospital ile birlikte şehrin ve ülkenin en önemli birkaç hastanesinden olma özelliğine sahip. Koordinator tarafindan gereğinden fazla ayrıntıyla tarif edilmiş adresi bulup arkadaşımla birlikte soluğu Patoloji’de alıyoruz.

Bu bölüm büyük, normalden çok büyük. Uzun koridorlar boyunca sağıma soluma bakarak ilerliyorum. Patoloji Asistan Odasi: Sadece kartla girilebiliyor ve her asistan için ayrı masalar ve bir yaşama alanı var. Hey, sadece patoloji asistanlarının işlerinden sorumlu bir sekreterleri var! Her yanımda 'Sign Out Room’lar var raporların imzaya hazır hale getirildiği. ’14-head microscope’ odası dikkatimi çekiyor.



Harvard Medical School

Hocaların odaları, Perinatal Patoloji, Renal Patoloji, Hematopatoloji bölümleri hemen göze çarpanlar.
Hematopatoloji benim icin son durak. Aktörlerimiz ’senior pathologist’ler, fellowlar ve farklı kıdemlerden asistanlar. Asistanlar fellow’ların yardımıyla hazır hale getirdiği vakaları o haftanın sorumlu patologuyla çıkmaya hazır hale getiriyor. Konuşmalarımız sırasında özellikle ilk sene asistanlarının her hafta bölüm değiştirdiğini öğreniyoruz. Dezavantajı olan kısa süreyi aynı zamanda avantajı olarak görüyorlar: "Sevmediğin bölümü hemen değiştiriyorsun!” Fellowlara gelecek olursak … Evet yanılmadınız, neredeyse tamamı Çinli ve hepsinin bir Amerikan önismi var. Hepsinin ortak amacı, bir yolunu bulup burada, Amerika’da kalmak ve bir sonraki fellowship programını veya mevcut program sonrası çalışacağı kliniği ayarlamak: Rekabet büyük, bir fellow diğerinden bahsederken şakayla karışık ve Game Of Thrones göndermeli olarak “John knows nothing” diye bahsediyor :)

Hocalarla iletişim kurmak tahminlerden kolay ve bir giriş kısmı gerektirmiyor; ama tabii ki daha havalı veya daha cana yakın olanları mevcut her yerde olduğu gibi. 


Vaka bakılırken ilk dikkatimi çeken şey hastalık adı koymaya çalışmaktan ziyade o hastalığının sisler ardında saklanan -ama bir o kadar da yakınında durduğumuz- naturunu ortaya koymaya çalışmalarıydı. Hem de bütün yönleriyle: Klinik, histopatoloji ve sitogenetik bu terazinin üçlü sacayağıydı, asla ayrılmayan. Bütüncül yaklaşım, programlı çalışma, üst düzey kalifiye doktorlara sahip takım ve tabii ki hastanenin kaynaklari işlerin hiç şaşmayan saat titizliğinde ilerlermesinin garantisi aslında. Her sabah 8’de ve her öğlen saat 1’de konferans salonunda düzenlenen seminerlere katılım genelde yüksek. Kahvaltı ve öğle yemeği vererek katılımcı sayısını hep bir eşik değerin üzerinde tutmak ise akılcı! 

Gelelim seminerlerin içeriğine … İlginç olguların derlenip her yönüyle ele alınması, asistanların vakaları yorumlamaya teşvik edilmesi ve ayrıca Dana Farber ve Children Hospital’dan katılımcıların sunumları … En vurucu nokta: Genetik. Her zaman patoloğun rutin pratiğini etkileyen sularda yüzmemesine rağmen miRNA’lar, backsplicingler ve her hastalığın genetik dizaynını içeren çalışmalar ve sunumlar almış başını gidiyor! Treni nereden yakalamak isterseniz..!

Burada kahve-cay molası ve hatta bazen yemek molası yok, millet. Ne teknisyenler ne de doktorlar o sularda yüzmüyor. Umut Sarıkaya’nın deyişiyle herkes ‘işinde gücünde’

Şimdilik benden bu kadar, 

Yeni maceralarda buluşmak üzere,

Erdem